Huzursuz Ruh
Yolculuk etmeyi niye bu kadar seviyorum bilmiyorum. Tek bildiğim yollarda özgürleştiğim, romanlarımı hep oradan oraya giderken tesadüfen bulduğum ve ilk satırlarını yolculuklarda yazdığım. Sevmenin de ötesinde bir ihtiyaç bu, kanımda deveran eden bir saklı iptila. İllaki çıkmalıyım yolculuklara. Uzun süre yolculuk etmez, edemez isem bir eksiklik hissetmeye başlıyorum. Bir tıkanıklık. Akmıyor sanki hayat, illaki gitmem gerek.
Gitmek ama nereye? Önemi yok. Gitmek ama niye? Cevabı yok. Aslında varılacak yer dahi o kadar mühim değil, zira aslolan gitmek, gidebilmek… zaman zaman… her zaman.
Uçmayı, havaalanlarını, pasaport kontrollerini, bel ağrılarını ve uluslar arası seyahatlerin o kaçınılmaz gündelik sefaletlerini günahları kadar sevmeyen arkadaşlarım var. Karşılıklı yadırgayan gözlerle bakıyoruz birbirimize. “Sen de artık yorulmadın mı bunca dolaşmaktan, otur oturduğun yerde” diyenler çıkıyor aralarından, nedense yarı sitemkar. “Huzursuz ruh seni!”
Doğru, nereye gidersen git, kaçtıklarını götürürsün beraberinde. Doğru, ne kadar kilometre kat edersen kat et, yakınlaşamazsın kendine, eğer zihninin ve yüreğinin sınırları duruyorsa yerli yerinde. Doğru, aslolan hikayeleri arşınlamaktır, memleketleri değil. Bunların hepsi doğru. Ve her seyyah bilir ki, gittiği yerde onu gene kendisidir karşılayacak olan. Kendi geçmişi. Huzursuz ruhlar bilmez mi sanırsınız, ne kadar dolaşırlarsa dolaşsınlar huzur bulamayacaklarını…
Ne var ki gene de dayanamazlar işte. İçlerinde kurulu bir saat. Tik tak tik tak. Sonsuza değin aynı yerde güven ve huzur içinde kalmak mı, yoksa savrula savrula oradan oraya gitmek mi deseler hiç tereddütsüz gitmek, gidebilmek derim. Sonsuza değin verilen yeminlerde bir sahtelik var. Hiç bozulmamak üzere kurulu düzenlerde bir tahakküm var. Hiç değişmediğini iddia eden ve bununla gurur duyan insanlarda bir hamlık, çiğlik, pişmemişlik var. İnsan ki eşrefi mahlukattır, içindeki semavi özü keşfetmekle yükümlüdür. Çıkacaksın yollara, kendine doğru git gidebildiğin kadar. Keşif boynumuzun borcudur. Kendimizi keşfetmek, aşkı keşfetmek, dünyayı keşfetmek, ötekini keşfetmek…
Çakılı kalmamak hep aynı ruh hallerine, aynılıklara, çoktan bitmiş, ama rol yapmayı sürdüren evliliklere, kendini yenileyemeyen ilişkilere, tavsamış, sirkeleşmiş arkadaşlıklara, aslını yitirmiş ve bir ucuz taklitten ibaret kalmış aşklara… Bence devre mülk bile almamalı insan. Nereden biliyorsun her sene, şu koskoca dünya üzerinde gidip gidip hep aynı noktada geçirmek istediğini tatilini? Olur da gelecek sene başka memleketlere gidersin. Nasıl yaşar, nasıl ağlar orada insanlar, sırf görmek için, sırf meraktan, merak ki en çabuk yitirdiğimiz, en temel dürtümüzdü, bize en çok yakışan…
Çakılı kalmamak sırf alışkanlıklardan ötürü demir attığın koylara. Çıkmak oralardan, geçmek dalgakıranların beri tarafına, bilmediğin memleketlere varmak, tatmadığın yemekler yemek, sözlerini anlamadığın şarkılarla içlenmek, risk almak, dağılmak ve parçalanmak ve hasret çekmek buram buram, gurbetin tadına bakmak ve kendini yabancının gözünden görmek, şaşırmak yeniden, şaşırmak bir çocuk gibi dünyanın hallerine, çeşitliliğine, güzelliğine, acımasızlıklarına… şaşırmak ölene kadar… şaşırma kabiliyetini hiç yitirmemek… budur son tahlilde Ademoğullarına Havvakızlarına kendilerini keşfettiren serüven.
Elif Şafak (ASC Yay'a yakıştırdım bu yazısını)
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
iZ BıRaK ...